7 Temmuz 2013 Pazar

Αν... (An...) / (What if...) / (Şayet...)

Geçen yıldan kalan, çok samimi bulduğum bir Yunan filmi Αν... ("An..." / "What If..."). Anlık kararların, zamanda, kişisel yaşamların şekillenişinde aldığı rol üzerine bir film denebilir. Aslında paralel evrenlerin izdüşümleri gibi algılanabilecek bir söylemi varmış gibi görünse de, öyle değil.
Filmin en başında, sanki biraz Pedro Almodóvar - Woody Allen lezzeti alıyormuş gibi sansak da, o da değil! Biraz Hollwood esintisi, biraz da Avrupa filmi gibi sanılsa da, hiç değil; özgün bir Yunan filmi bence.
Sinüs dalgaları çizen hayatın iniş-çıkışları, hüzünden mutluluğa geçişimleri, kimi yerde gerçeküstücü sayılabilecek sahne geçişleri ile örülmüş bir "patch-work" yahut kolaj. Farklı bakış açılarıyla değişik etmenleri algılamak olası. İleride yeniden izler miyim bilemem fakat, izlersem, yeni algılamalarım olacağını duyumsuyorum.
Filmde, Antik Grek Tiyatrosu'ndan serpintileri de görebildiğimi ifade etsem, filmi izleyen herkesin algısıyla örtüşemediğim ortaya çıkabilir belki. Laterna, bir motif olarak, nostaljinin tam ortasında insanı hüzünlendiriyor. Yerleşik değerlerin değişimiyle beraber, eskiye tutunmak isteyen, kök salmışlık duygusunun, derinlerden yüzeye çıkışının simgesi olarak, laternanın, yerinde kullanıldığını, kullanılmamış olsaydı, filmin aynı film olamayacağını belirtebilirim.
Le Bonheur (1965)'deki gibi öyle bir sekans görüyoruz ki, filmdeki TV'de ne oluyorsa, filmin kendi gerçekliğinde de, o oluyor. Bu da, ezoterik doktrinlerin, Hermetizm'in "Yukarıda ne varsa, aşağıda da o vardır." yaklaşımıyla örtüşüyor. Le Bonheur (1965)'de tek kişi (erkek) üzerinden böyle bir sekans yakalanabilirken, filmimizde, iki kişi (erkek ve kadın) olarak bu göndermeyi bulabiliyoruz.
Dalga dalga metaforik göndermeler, fonda Yunanistan'ın ekonomik krizinin yansımaları, bu meyanda TV'de izlenen gösteriler, ayaklanmalar, alt-gerçeklik ile üst-gerçeklik boyutunu filme katmış... Bu bağlamda, daha derin bir biçimde, bir yara olarak ana-oğul psikolojik ilişkileri, sevgilinin aldatması, kadın ana karakterin "mimar", erkek ana karakterinse "yönetmen" oluşu, insan-insan ve insan-toplum ilişkiler yumağı, filmin iyi kotarılmış, iyi pişirilmiş ve taze, leziz, kaliteli malzemeler kullanılmış bir "aşure" olduğu saptamasına götürüyor bendenizi! En eleştirilecek yanı bu, hep, daha önce yapılmış bir şeylerden izler bulabilmek mümkün; güzel olansa, bu halin, filmin özgünlüğünü zedelemiyor izlenimini de birlikte getirişi paradoksal olarak.
Kabullenmek, yüzleşmek gibi kavramlar sıcak ve samimi bir dil, Atina'nın Plaka semti, karı-koca ilişkilerinin belki biraz Yunanistan-Avrupa Birliği ilişkilerine gönderme gibi algılanması, felsefi bakışlarla kederli olma pahasına gerçekliğe dönüş, aynaya bakarak aslında bireyden yola çıkıp da topluma ayna tutma gibi izdüşüm ve çağrışımlar, filmden zihnimde geriye kalanlar.
Fikirsel olaraksa, öküz ölünce ortaklık bozulacağına yeni bir öküz alınır, herkes için geçerli bir doğru olan an vardır, kaderden kaçış yok ama kaderimizi nasıl güzelleştirebileceğimiz ve ona nasıl yön verebileceğimiz kendi elimizde diye özümsenebilecek fikirler uçuşturabiliyor bu film kafanızda. Camdan bakan Eleni karakterinin, pencereyi kaparken laternacının camda yansıyan görüntüsü gibi kimi olağanüstü incelikteki çekimler de akılda kalıcı.
Müzikler dingin, yeni ile eski karması, sentezi oluşturulmuş film müziklerini seçerken. Anladığım, yönetmen çok film izlemiş ve izlediklerini zihninde harmanlamış. Başka işlerini de görmek gerek.