7 Kasım 2014 Cuma

On The Beach

Avustralya’ya göç etmiş İngiliz yazar Nevil Shute, post-apokaliptik romanı On The Beach / Kumsalda’yı 1957’de yazar, Amerikalı senarist John Paxton romanı sinemaya uyarlar ve 1959’da Amerikalı yönetmen Stanley Kramer, “Soğuk Savaş” yıllarının kült nükleer kıyamet filmlerinden biri olarak sinema tarihine geçecek On The Beach / Kumsalda filmini çeker. Olaylar 1964’de geçmektedir. Yaş almış (yaşlanmış demiyorum !) muhteşem Ava Gardner ve Gregory Peck, henüz Psycho / Sapık filmiyle ünlenmemiş Antony Perkins, ilk sinema filmiyle boy gösteren gencecik Donna Anderson ve ilk kez hiç ama hiç dansetmeyen, zıplamayan, hoplamayan Fred Astaire ile elbette filmde son Amerikan nükleer denizaltı olarak yer alan "Sawfish", siyah-beyaz, kült bilim-kurgu filmde başrolleri paylaşıyorlar.
“Sawfish” adıyla Amerikan denizaltıyı temsil eden H.M.S. Andrew adlı denizaltı aslında 1946 yılında denize açılan bir İngiliz denizaltıymış. Görüntüsü üzerinde büyük değişiklikler yapılarak, boyutları daha heybetli hale getirilerek filmdeki haline dönüştürülmüş çünkü Amerikan Donanması bu tartışmalı nükleer kıyamet filminde kendi denizaltılarından birinin kullanılmasını istememiş.
Gelelim On The Beach / Kumsalda filminin öyküsüne: Kuzey yarımküredeki tüm yaşam belirtileri maalesef 1964 yılında patlak veren nükleer savaşla tamamen yok olmuştur. Nükleer füzeler atıldığında seyir halinde olan Amerikan “Sawfish” denizaltısındaki tüm mürettebat kurtularak Avustralya'da Melbourne’de karaya çıkar.
Denizaltının kaptanı Lionel Towers (Gregory Peck) karısını ve çocuğunu nükleer savaşta kaybetmiştir. Avustralya Donanması’ndan genç teğmen Holmes (Antony Perkins) denizaltıya eşlik etmesi için görevlendirilir.
Bilim adamı Julian Osborne (Fred Astaire) pek yakında kendi kıtalarına ulaşacak ve sonlarını getirecek olan radyoaktif bulutlara ilişkin ölçümler yapmaktadır. Holmes’in yeni doğum yapmış karısı (Donna Anderson) az zamanlarının kaldığını bilmekte, bunu bir türlü kabullenememekte ve pek çok Avustralyalı’nın tercih ettiği gibi bebeğinin, kendisinin ve kocasının hayatını görevlilerin öldürücü haplarla sona erdirmeyi düşünmemektedir. Holmesler’in arkadaşı Moira Anderson (Ava Gardner) bu felaketle aşırı içki içerek başetmektedir ancak Kaptan Towers’la tanışınca duygularının sesini dinleyerek biraz olsun umutlanacaktır.
Tam bu sırada “Sawfish”, San Diego açıklarından mors sinyalleri almaya başlar. Tüm “Sawfish” mürettebatı ve Avustralya Donaması’ndakiler umutlanarak halen bu nükleer felaketten kurtulmayı başararak yaşayanların olabileceği umuduyla San Diego’ya doğru yola çıkarlar. Filmin buradaki sahneleri oldukça hüzünlü. Tüm kent tamamen bomboş, tek bir ses yok, sadece donuk binalar var. Radyoaktiviteden korunması için özel giysiyle karaya çıkan denizci, gelen sinyalin bir CocaCola şişesinin camın etkisiyle sinyal gönderen anahtarı çalıştırdığını bulunca, tüm umutlar suya düşüyor. Oldukça dokunaklı sahnelerde elinizden sadece lanet okumak geliyor.
Gereğinden fazla “spoiler” verdiğimin farkındayım, hatta halen de devam etmemek, filmin kahramanların hangi yolla ölümü tercih ettiklerini söylememek için kendimi zor tutuyorum. Savaşlar kötüdür, savaşlar engellenmelidir, savaşma seviş, savaşma, kahve pişir ve iç gibi bir sürü klişe lafı sayfalar dolusu yazabilirim ama gerçek böyle değil; savaşlar oluyor, savaşlar olmaya devam edecek, çünkü devletlerin çıkarları ne yazık ki bunu gerektiriyor. Oysa filmde de görüğümüz gibi halen herşeyi durdurmak için olanak varsa, bu olanağı kullanmamak en büyük haksızlık ve ahlaksızlık değil mi?

Filmle roman arasında farklar olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Hepsine burada değinmeyeceğim ama en belirgin farklılığın romanda “Sawfish” dışında, görevde olduğu için kuzey yarımküredeki nükleer patlamadan kurtulan başka bir denizaltı daha var. Ayrıca Avustralya’nın Melbourne şehrindekiler kendilerine yaklaşmakta olan radyoaktif bulutlarla ölümü bekleyen son yaşayan insanlar değil, Yeni Zelanda ile Tiere del Fuega’da da hayatta kalanlar var.
Son notum Avustralya’nın kendisiyle özdeşleşmiş ünlü halk baladı “Waltzing Mathilda” üzerine olacak. Bu şarkı hem çok bir hoş enstrümantal versiyonuyla hem de filmin ilerleyen sahnelerinde sözleriyle beraber yer alıyor.