Sofia Coppola'nın yazıp yönettiği, 2003 yapımı "Lost in Translation" / "Bir Konuşabilse..." filmi, ilk izleyişin üzerinden biraz zaman geçirmek kaydıyla, tekrar tekrar izlenilebilecek filmler arasındadır bana göre...
Uluslararası şöhrete sahip, ancak bir süredir popülaritesi düşüşe geçmiş, yirmibeş yıllık evli ve çocuklu, ellili yaşlarında bir film yıldızı olan Bob (Bill Murray) Tokyo'da bir viski reklamında oynamak üzere bulunmaktadır. Felsefe mezunu, işsiz, henüz yirmilerinin çok başında olan, iki yıllık evli, genç Charlotte (Scarlett Johansson) ise, fotoğrafçı kocasının Japonya'da gerçekleştireceği çekimler sebebiyle Tokyo'dadır. Bob ve Charlotte Tokyo'da aynı otelde kalmaktadır; elbette filmde yolları kesişecektir.
Kültür, alışkanlıklar, gelenekler, yaşayış tarzı, arkadaşlıklar açısından, kısaca her bakımdan farklı bir yerdir Japonya. Böylesine yabancı bir ortamda iki kahramanımız yani Bob ve Charlotte'un dışarıdan pek belli değilmiş gibi duran ama kendilerinin sonuna kadar hissettikleri, birlikte oldukları insanlarla iletişim sorunları, hayatta ne yapıyor olduklarının yanıtının anlamsız oluşu, yabancılaşmaları, izleyiciyi de biraz özeleştiriye yönlendiriyor. Bob, reklam çekimleri dışında, ne yapacağını bilemez halde odasında oturup ya da otelin barında dolanırken, Charlotte ise, otel odasının penceresine tüneyerek uzaklara dalıp gitmeyi tercih ediyor. Birbirinden tamamen farklı bu iki yalnız insan tanışırlar ve salt bulundukları yabancı kenti değil birbirlerini ama en çok kendilerini keşfetmeye başlarlar. Hızını alamayan Charlotte, Kyoto'ya, eski tapınaklara dek yalnız başına uzanırken, Bob'u Tokyo gece hayatının içine de sürükler sonraları! Önceleri otelin barında zaman geçirmek için sınırlı sohbetler olarak başlayan iletişimleri, giderek zaman zaman hiç konuşmasalar bile, aslında çok şeyi paylaştıkları duygusunu yansıtıyor izleyiciye. Hem kendi içlerinde bulundukları anlamsızlık gideriliyormuş gibi hissediyoruz, hem de daha fazla sorgulamaya başladıklarını gözlemliyoruz hayatlarını. Tuhaf, adlandıramadığımız veya en azından benim adlandıramadığım bir yakınlaşma oluyor aralarında.Filmin sonlarında, Bob’un, Charlotte’un kulağına fısıldadığı son sözcükleri duymuyoruz. Son sözcüklerin içeriğinin yorumlanmasının, bütünüyle izleyiciye bırakılmış olması, sanırım filmde en sevdiğim noktalardan biri (Hemen pek klişe sözlerimi buraya ekleyeyim: Hayat hayalleriniz kadardır ! Bu sebeple o sözcükleri de hayal ediniz !!!) ...
Sofia Coppola film için yapılan tüm söyleşilerde, bu son sözcükler ile ilgili olarak, senaryoda bu bölümün yazılı olmadığını ve gerçekte Bill Murray (Bob)'in Scarlett Johansson (Charlotte)'ın kulağına ne söylemiş olduğunu yalnızca onların bildiğini belirtmiş.
Film hakkında bir başka yorum da şu şekilde yapılabilir Freud´u da işin içine katarsak: Geç baba olmuş Bob, kendi yaşıtlarının sahip olması gereken yaştaki bir çocuk olarak görür Charlotte'u... Keza Charlotte da, babası olarak görmektedir Bob'u..! Bu meyanda, Sofia, baba Coppola ile olası Electravari iletişiminin izdüşümlerini, bilinçaltından beyazperdeye şifreli bir biçimde aktarmış olabilir. Bardaki şarkıcıyla birlikte olan Bob, adeta babasının sevgilisini kıskanan bir kız çocuğu gibi Charlotte tarafından kıskanılır... Ek olarak, Bill Murray'in boşluk ve bıkkınlık içindeki oturuşları, Broken Flowers filminde yansıttığı halet-i ruhiyeyle örtüşmekte.