
Sinema ve kültür-sanat ağırlıklı, hayata dair kişisel izler.

Sinemasıyla geç tanıştığım Endülüs kökenli Çingene yönetmen Tony Gatlif’in arşivimize katılan filmleriyle dolu dolu bir haftasonu geçirdik, filmlerini izlemeye devam ediyoruz halen. Gatlif’in asıl adı Michel Dahmani. 1948 Cezayir doğumlu , Cezayir’in bağımsızlık savaşında Fransa’ya göç etmiş, Fransız vatandaşı bir Roman (Çingene).
Çok kültürlü, çok kimlikli müzisyen, yazar, şair, yönetmen Tony Gatlif’i aslında rahatlıkla "bir tür bilge" olarak tanımlayabiliriz… Köklerini araştıran, soruşturan filmler yapmış, her zaman filmlerinde Çingeneler'in aidiyet sorununu yansıtmış ama hep Çingeneler'i kendileri gibi göstermiş, asla karikatürize etmemiş. Birbirinden hoş ama bir o kadar da hüzünlü filmleriyle öncelikle Çingeneler'in kalbini fethetmiş.
Film, at arabaları üzerinde sürekli oradan oraya göç ederek hayatlarını sürdüren onbeş kişilik Çingene topluluğunun (ailesinin de diyebiliriz) savaşta ailesini kaybeden minik Claude ile yollarının kesişmesiyle açılıyor. Bu küçük çocuğa Çingene topluluğunun en çılgın üyesi Taloş (Taloche) kimsesiz anlamına gelen “çororo” adını takıyor; aralarında derin ve güçlü bir dostluk başlıyor. Geçtikleri ormanda Naziler'i görünce panik halinde saklanmak amacıyla zaman zaman uğradıkları St. Amend Köyü'ne geliyor Çingeneler. Minik Claude’u, Belediye Başkanı Théodore Rosier’e teslim ediyorlar. Ancak köyün hemen dışında kamplarını kurar kurmaz, işlerin eskisi gibi yürümeyeceğini anlıyorlar. Güvenlik güçleri tarafından önce kendilerine Nazi kuklası Fransız Vichy Hükümeti'nin yeni kanunu bildiriliyor. Göçebelik artık yasaktır, Çingeneler öyle istedikleri gibi yollara dökülüp seyahat edemeyeceklerdir. Elbette bu yasağın asıl amacı buldukları, topladıkları tüm göçerleri toplama kamplarına götürüp tıkmaktır; orada sağ kalabilenlerse, imha kamplarına gönderileceklerdir...
Senelerdir köylerine gelip giden Çingeneler'i tanıyan (aynı zamanda köyün veterineri de olan) Belediye Başkanı Théodore Rosier ile belediyede çalışan ve köy okulunda öğretmenlik yapan Matmazel Lundi (film ilerledikçe aslında direniş örgütünün sıkı bir destekçisi olduğunu gözlemliyoruz Lundi’nin), Çingeneler'e yardım eli uzatan yegane köy sakinleri oluyor. Huysuz ve hasta bir at tarafından ısırılan Théodore’un kolunu, kendi yöntemleriyle (çiğ yumurta ve üstüne taze inek dışkısı sıvayıp-sürerek) iyileştiren Çingeneler'e ne çeşit bir ilaç sürdükleri sorulduğunda verilen yanıt “Tanrı isterse, bir süpürgeye bile ateş ettirebilir!” oluyor.
Güvenlik görevlileri, Nazilerle birlikte gelip, Çingeneler'i toplama kampına götürdüklerinde, yasadaki bir boşluğu yakalayan ( - Tapulu bir evleri olursa, göçerler göçer sayılamayacaktır. - ) Théodore, 10 Frank gibi göstermelik bir rakam karşılığında, dedesinin artık kullanılmayan, köyün ilk inşa edilmiş evini, Çingeneler'e satıp, onları kurtarıp, eve yerleştirir. Ancak özgürlüğüne düşkün, yerleşik yaşam kurallarına boyun eğmeyen Çingeneler'i bir ev de olsa söz konusu olan, dört duvar arasına sokamıyor! Nitekim, Taloş ağlayarak “Neden birden gacolar (gaco => gacolar / gadjolar yani Çingeneler'e göre Çingene olmayanlar) gibi dört duvar arasına sıkıştık, yoksa artık gaco mu olduk?" derken, çaresizliklerini hüzünlü bir şekilde dile getirmektedir.
Güvenlik güçleri tarafından tekrar durdurulduklarındaysa, yapılacak pek fazla bir şey yoktur onlar için ! Boş kalan arabaları ve çadırlarının üzerinden, Tony Gatlif’in sözlerini yazdığı ve “kalanlara bol şans” sözüyle başlayan, Catherine Ringer’in söylediği Les Bohémiens şarkısı girer. II. Dünya Savaşı’ndaki Çingene soykırımı üzerine yapılmış ilk film olarak sinema tarihine geçen Korkoro / Liberté / Freedom / Özgürlük salt adıyla bile fazlasını anlatmaktadır ! (Elbette daha eski başka filmlerde de bu konu işlenmiştir fakat tek başına değil, hep başka konuların içine eklemlenerek...)

Londra’da yaşayan Fransız göçmen Henri Boulanger, “Majestelerinin Su İşleri Müdürlüğü”’nde 15 yıldır çalışmaktadır. Bu kurum özelleştirilince ilk kurban olan yabancı kökenli işçiler bir altın kol saati karşılığında kapının önüne koyuluverirler. Henri Boulanger’in bölüm şefiyle konuşup işten çıkarıldığını öğrendikten sonra sekreterin odasında sırada bekleyen “Ali Özgentürk” adındaki bir çalışandır. Bu filmin içinden adıyla geçen Türk yönetmen Ali Özgentürk, bir yıl sonra Aki Kaurismäki’nin ağabeyi Mika Kaurismäki'nin Zombie ja Kummitusjuna / Zombie and the Ghost Train / Zombie ve Hayalet Tren filminde oyuncu olarak konuk olacaktır.
İşten çıkarılmasıyla şoka giren Henri Boulanger değişik yollarla intihara kalkışacak ancak hepsinde başarısız olunca çareyi kendisini öldürmek için bir kiralık katil tutmakta bulacaktır. Anlaşma yapmak için gittiği köhne barda parayı öderken öldürülecek kişi olarak fotoğrafını verdiğinde “neden kendin yapmıyorsun, paran da sana kalır !” diye hayli ironik bir yanıt alır. Ancak kararlıdır, kendisi beceremediğinden birisinin O’nu öldürmesi için parayı verip anlaşır ve evine dönüp katilini beklemeye başlar. Bekle, bekle sıkılıp kiralık katiline “puba gidiyorum “diye bir not yazar, puba gidip muhtemelen hayatında ilk kez viski içer ve kader bu ya pubta hayatının kadınıyla tanışır.

Ancak bilirsiniz anlaşma anlaşmadır. Hayatını sonlandırmaktan vazgeçmiştir hayatının kadınıyla tanışınca ama bakalım kiralık katilden kurtulmayı başarabilecek midir bugüne dek izlediğim filmler içindeki karakterler arasında en ifadesiz yüze sahip Henri Boulanger ? 
Alice kayak pistinde, Mattia ise parkta bırakmıştır çocukluğunu, ergenliğini, yetişkinliğini. Her ikisi de bu derin travmayla yaşantılarını sürdürmeye çalışırken ergenliklerinde birbirleriyle tanışırlar. Sonra yetişkinliğe doğru ilerlerken bir şekilde hep kesişir yaşamları ama...

Kapalı kutu bu iki (ikiz asal) karakterin travmalarını, yalnızlıklarını aşıp birbirlerine tutunmayı başarıp başaramadıklarını ya romanı okuyup ya da filmi izleyip öğrenmelerini salık vererek Ay’dan İzlenimler’in takipçilerine, Alice ve ailesinin kayak pistinde kaldıkları otelin boş koridor sahnelerinin doğrudan Stanley Kubrick’in Shining / Cinnet filmine gönderme yaptığını vurgulayarak “içinden filmler geçen filmler” kategorimde arşivimizde yerini bulduğunu belirtmek istiyorum bence en güzel, en ilgi çekici ada sahip filmlerden biri olan Asal Sayıların Yalnızlığı filminin.
Pierre Barillet ve Jean-Pierre Grédy’nin aynı adlı komedi oyunundan François Ozon tarafından sinemaya uyarlanan filmde, Catherine Deneuve, fabrikası ve ailesini hep kendi çıkarlarına göre sömürüp idare eden varlıklı sanayici Robert Pujol’ün elinin hamuruyla erkek işine karışmayan, evine bağlı, hanım hanımcık, sus pus karısı Suzanne Pujol rolünde harikalar yaratmış.
Kadının toplumdaki yerini hoş bir dille tartışan Potiche filminde, Robert Pujol’un yani kocanın tekrar fabrikanın başı olarak görevine dönmesinden sonra Suzanne’ın politikaya atılma kararı vermesi ve seçimlere girmesi François Ozon ’un senaryoya ilavesi olmuş. Orijinal oyun kocanın fabrikanın başına dönmesiyle sona eriyormuş. Sanırım yönetmen, 1970’lerle birlikte Fransa’da keskinleşen sınıfsal eşitsizlikleri, sağ-sol bölünmelerini şekerleme tadındaki bu komediyle sinemaya uyarlarken, oyundan bir adım öteye de taşıyıp kadın-erkek eşitsizliğine daha da çok dokundurmak istemiş.
Harry yüzünde hep naif bir ifadeyle arkadaşı Michel’in hayatını değiştirmesi için elinden geleni ardına koymuyor, üstelik zaman zaman Makyevelist çözümlerle hayli radikal bir yol da çiziyor Michel’e… Ama gelin görün ki evdeki hesap çarşıya uymaz misali, iyi aile babası Michel izleyiciyi gayet güzel ters köşeden vurup şaşırtıyor. Bu durumda söylenebilecek yerinde yorum “Harry gibi bir dostunuz olsun, gerisi yalan olsun !” olabilir. Ancak elbette Michel’in kaybettiklerini göz ardı ederseniz !
"Kaz Dağları Perisi" arkadaşıma artık Kaz Dağları dar geldiğinden, dedi ki "Taaaaaa Nepal'e gitmeliyim; Himalayalar'ı görmeliyim!". 
Marina televizyonda sürekli Sir David Attenborough ’un belgesellerini (Planet Earth serisi) seyrediyor ve en yakın arkadaşı Bella’yla belgesellerde izlemiş olduğu hayvanların (özellikle gorillerin) taklidini yapıyor. Yönetmen özellikle bu hayvan taklidi sahnelerini film boyunca sahne atlamalarında bir üst sahne gibi aktarmış. Birdenbire başka bir sahne izlerken, kolkola ya da elele Marina ve Bella ortaya çıkıverip, kısa gösterilerini yapıyor ve başka sahneye geçiyor film. Müsamereye çıkmış iki okullu kız izliyormuş gibi hissediyorsunuz ikilinin tüm performanslarında. Düşünüyorsunuz, hangisi daha iyi, insan gibi kalmak mı hayvan gibi davranmak mı?
Dış dünyayla tek bağlantıyı evden işe gidip gelmekle babanın yaptığı, annenin gönüllü olarak, iki yetişkin kız ve bir erkekten oluşan üç kardeşin ise bilmeden katlandıkları izole yaşam, izleyene doksandört dakika boyunca sürekli sebep – sonuç – çözüm sorgulaması yaptırtıyor. Ancak tıpkı Michael Haneke gibi ne sebep gösteriyor Lanthimos, ne de çözüm üretiyor. Filmini sunuyor ve çekip gidiyor, elbette hazmetmesi de izleyiciye kalıyor.
Hazırladıkları kasetlerle bildiğimiz sözcükleri değişik anlamlar-kavramlar yüklenmiş olarak öğretiyorlar çocuklarına. Gerçekten, "Dil nasıl yok edilir?"´e oldukça iyi bir örnek, bu filmde gösterildiği biçimde sözcük eğitimi vermek; beyin yıkamak... Telefon, tuzluk demek(!), zombi de bahçedeki küçük sarı çiçek(!), deniz ise büyük koltuk(!). Baba, eve alınan su şişelerinin etiketlerine dek söküyor; çünkü dış dünyayla bağlantı kurulabilecek her şeyi yok etmek gerek ki zarar vermesin çocuklara! Çitlerin, duvarların dışında, insanları yiyen canavar kediler var. Kedilere karşı havlamak gerek. Uçaklar zaman zaman gökten aşağıya düşebilen oyuncaklar...
Televizyon yok, sadece babalarının yine kendilerini çektiği video filmleri izleyebiliyor çocuklar. Birbirleriyle kıyasıya rekabet içindeler. Günlerini oynadıkları tuhaf oyunlarla geçirip ödül olarak çıkartmalarını almalarını bekliyorlar. Frank Sinatra’yı dedeleri olarak tanıyorlar. 