Bugün, 556. yıldönümünü kutladığımız Fethin ertesi günü!
Konuyu matematikseverlere bırakıyorum. :-)
Sinema ve kültür-sanat ağırlıklı, hayata dair kişisel izler.


Professione: Reporter filmi ana karakterin yeni bir kimlik bulma/kaçış öyküsü aslında. Ana karakter David Locke (Jack Nicholson canlandırıyor) bir gazeteci. Gerillalarla röportaj yapmak üzere Afrika çöllerinde gördüğümüz ana karakterimiz çölde cipi bozulunca oteline yürüyerek dönmek zorunda kalıyor ve otelde tanışmış olduğu Robertson isimli kişiyi odasında ölü olarak buluyor. Bir yandan Robertson'la olan konuşmalarını anımsarken diğer yandan da pasaportundaki fotoğrafı çıkararak Robertson'ın fotoğrafı ile değiştiriyor.
David Locke bir anda tüm geçmişinden kurtuluyor böylelikle. David Locke olarak ölüdür artık ve yaşamın kalanına Robertson olarak devam edecektir.
David Locke büründüğü yeni kimlikle ve Robertson'ın eşyaları arasından seçmiş olduklarıyla yeni hayatına başlıyor. Aldığı eşyalardan biri Robertson'ın randevu defteri. (Şimdi burada gayet düz bir mantıkla hemen teşhis koyabiliriz; Afrika çöllerinde farklı renkte biri olarak gazeteci değilseniz ya silah ya da elmas tüccarısınızdır. Robertson ilki yani gerillalara silah satıyor.)
David Locke ya da yeni kimliğiyle Robertson randevu defterinin doğrultusunda önce Münih'e gidiyor ve fırsattan yararlanarak eski kimliğini öldürüp yerine geçtiği kişinin silah tüccarı olduğunu anlıyor. Robertson'ın "hak" etmiş olduğu parayı adamlardan alarak bir sonraki randevu yeri olan Barcelona'ya doğru yola koyuluyor.
Kafası karışık David Locke başka bir kimlikle sonu belirsiz bir yolculuktadır. Peşinde karısı ile Robertson'ın temasta olduğu adamlarla gerilimli bir kaçışa dönüşür bu yolculuk.
Filmin sonunda sabrınızı son noktaya kadar test eder Antonioni. Yaklaşık 10 dakika süren bu son sahnede otelin avlusunda neler olup bittiğini penceredeki demir parmaklık arkasından izleriz. Kimliğini değiştiren David Locke'un yolculuğunun "hiçbiryerde" sona ermesi adlandıramadığım duygular eşliğinde iz bırakır belleğimde, Michelangelo Antonioni'nin filmlerini neden sevdiğim pekişir bir kez daha!
"Once I had a love and it was a gas
Nihayet bir Michelangelo Antonioni filminde kadının değil de erkeğin kafası karışık ! Arşivimizdeki izlemediğim son Antonioni filmi 1975 yapımı Professione: reporter / The Passenger / Yolcu. Uyku düzenim sebebiyle filmin tamamını henüz izleyemedim ama Jack Nicholson'ı bunalımlı fotoğrafı ile günceme konuk etmek istedim. Film ile ilgili düşüncelerim filmi izlemeyi bitirince...
Hiç konuşmak istemediğimde Ara Güler'in bu fotoğrafına bakarım, evdeyken.
Steven Soderbergh'in 1991 yapımı Kafka filminin video kasetini çıkar çıkmaz edinmiştim. Geçtiğimiz haftasonu seneler sonra filmi yeniden ama bu kez DVD'den izledik. Filmin adını ilk duyan, hemen Kafka'nın yaşamını izleyeceği kanısına kapılıyor. Evet, filmin ana karakteri Kafka! Gündüzleri sigortacı olarak çalışıp, geceleri de böceğe dönüşen birinin (meşhur "Gregor Samsa") öyküsünü yazıyor Kafka lakin film biyografik değil. Filmdeki olayları Kafka ile birlikte izliyoruz. Kafka'nın yazdıkları ve yaşamı filmde birbirine karışmış. Prag'ın karanlık ve sessiz sokaklarıyla şehrin neredeyse her tarafından bir hayalet edasıyla görebileceğiniz 'Şato' ise filme tümüyle hakim, odak noktasında.
Sevgili(m) kocam, Prag'ın pis ve karanlık, kara büyü kenti, negatif enerjilerin ve simyacıların merkezlerinden biri olduğunu falan der hep ne zaman Prag bahsi açılsa! Bu filmi izleyen birisi de kolayca bu kanıya/sanıya varabilir sanki. Oysa, orada yaşamıştım bir zamanlar...
Filmde olaylar, Kafka'nın çalışma arkadaşı Raban'ın yüzü gözü yara içerisinde olan ve sanki programlanmış/makineleşmiş bir adam (bir tür "``golem´´) tarafından öldürülmesiyle başlıyor. Raban'ın cebinden çıkan fotoğraf iyi giyim-kuşamlı biri tarafından alınır. Polis intihar teşhisi koyar. Kafka'nın da düşüncesi bu yöndedir. Ama Raban intihar edecek birisi değildir. İki farklı Raban vardır: Görünürdeki işe gidip gelen basit yaşamlı Raban ile küçük bir devrimci örgüte üye olan Raban. Raban'nın amacı bombalı bir çanta ile 'Şato'ya giderek 'Şato'da Sağlık Bölümü Başkanı olan doktoru öldürmektir. Çünkü doktor orada insanların beynine fiziki olarak müdahale ederek onları makineleştiren çalışmaları yöneten kişidir. Ne yapacağı anlaşılınca Raban polis/düzen/'Şato' tarafından öldürülür. Cebinden çıkan fotoğraf da doktorun fotoğrafıdır.
Raban'ın kız arkadaşı Gabriela, Kafka'ya Raban'ın polis tarafından öldürüldüğünü söyler. Gabriela da aynı devrimci örgüte üyedir ve Kafka'dan kendilerine yardım etmesini ister. Kafka örgüt için yazmalıdır ama Kafka kabul etmez, çünkü O "kendisi için yazmaktadır". Ancak Gabriela, Raban'ın evini boşaltırken, Kafka da bombalı çantayı evden alarak polisten kaçıracaktır.
Kafka Raban'ın evinden kaçırdığı bombalı çantayla gizli bir geçitten 'Şato'ya girer. 'Şato'da "bilimsel" deneyler yapılmaktadır. Deneyler (aslında işkenceler) sonrasında bireylerin beyinleri tamamen değiştirilmektedir. İşkence altındaki bir çok insan da, deneyleri tamamlayamadan ölmektedir. Ortadan kaybolan Gabriela da bu deneylere maruz kalmıştır. Kendisine işkence uygulayana son sözlerini büyük bir kararlılıkla şöyle ifade eder: "Devrimin ilk günü ilk asılacak pislik sen olacaksın."
Kafka ise doktoru bulmuştur. Doktor da O'nun Kafka olduğunu anlamıştır. Kafka elinde bombalı çanta ile bir başka deneye tanık edilir. Ama yanında bomba olmasından şüphelenilmez. Kafka'dan doktora en vurucu replik gelir; "Ben kabuslar yazmaya çalıştım, sen ise bunu yarattın!" Çanta açılır, bomba patlar ve Kafka, peşine düşülse de, 'Şato'dan kaçmayı başarır."Dearest father,
I had always believed that it is better to know the truth than to live in ignorance. Now I shall find out if I was right. I can no longer deny that I am part of the world around me, nor can I deny, despite our differences, that I remain your son. And so I hope only that these late, perhaps insignificant, realizations might reassure us both a little and make our living and our dying easier. "
"Sevgili Baba,
Her zaman bilgisizlik içinde yaşamaktansa gerçeği bilmenin daha iyi olacağına inandım. Artık haklı olup olmadığımı anlayacağım. Daha önce böyle düşünmesem de, ben de dünyanın bir parçasıymışım. Aramızdaki farklara rağmen daha fazla inkar edemem; senin oğlun olarak kalacağım. Ve umuyorum ki fark ettiğim bu geç belki de anlamsız gerçekler aramızı biraz olsun yatıştırır. Yaşamımızı ve ölümümüzü kolaylaştırır."
Yakov Protazanov'un 1924 yapımı Aelita: The Queen of Mars / Aelita: Mars Kraliçesi sessiz sinema dönemininin ilk Sovyet bilim-kurgu filmi. Yakov Protazanov'un Aleksei Tolstoy'un tiyatro oyunundan uyarladığı Aelita filmi için geniş kapsamlı bir tanıtım kampanyası düzenlenmiş. Pravda ve Kinogazeta'da 19 Eylül 1924 tarihinden başlayarak "Anta... Odeli... Uta..." sözcükleri filmin adı verilmeden yayınlanmaya başlamış. Bu sözcüklerin ne anlama geldiğini 30 Eylül'de Ars Sineması'nda öğrenebilecekleri duyurulmuş sinemaseverlere...Bu tanıtım kampanyası gerçekten çok başarılı olmuş ve filmin ilk gösterimi müthiş bir izdihamla başlamış. Aelita ayrıca Aleksandra Ekster ve Isaak Rabinovich imzalı kübist-futurist Mars set tasarımı ve kostümleriyle de çok ünlü bir film. İlerleyen yıllarda kendisinden sonra çekilmiş bilim-kurgu filmlerini etkileyen bir film olmuş Aelita. Fritz Lang'ın 1927 yapımı Metropolis filmi, Aelita etkisiyle çekilmiş filmlerden hemen ilk akla gelendir.
Aelita, Mars’ı totaliter bir rejimle yöneten Tuskub’un kızı ve dünyayı izlerken gözü, karısı Natasha ile birlikte gördüğü Los'a takılı kalıyor. Los da sanki izlendiğinin farkında gibi. Bu arada Los, karısının kendisini aldattığına dair de şüpheler taşıyor ve bu şüpheleri doruğa ulaştığında karısının üzerine kurşunları boşaltarak öldürüyor ve evi terk ediyor. Çalışma arkadaşı Spiridonov ise bir uzay gemisi inşasına yönelik teknik çizimleri geride bırakarak ülkeden ayrılmıştır eş zamanlı olarak. Spiridonov’un yerine geçerek Mars’a gitme planlarını uygulamaya başlayan kahramanımız Los, gemisi bu yolculuğa hazır olduğunda ilginç bir mürettebatla yola çıkıyor: Marslılara sosyalizmi öğretmek isteyen ateşli bir devrim taraftarı olan, Kızıl Ordu erlerinden Gusev ve kahramanımızı izlerken kazara gemide kalan amatör dedektif Kratsov!
Mars’a vardıklarında, Los güzel prenses Aelita’ya ilk görüşte aşık oluyor. Mars’ta totaliter bir rejim hüküm sürmekte ve baskı altındaki işçiler kendilerine ihtiyaç duyulmadığında soğuk hava depolarına hapsediliyorlar. Elbette kahramanımız Los ve arkadaşları robot benzeri giysiler içindeki tektip Marslı işçileri bilinçlendirmek için çalışmalara başlıyor, üstelik sembolik orak-çekici bile üretiyorlar. Baskı altında ezilen Marslı işçilere Gusev şöyle seslenir: “Eskiden biz de sizler gibiydik. Kendinizi yine ancak siz kurtarabilirsiniz. Mars Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği işçileri ailesi olarak birleşin!” Mars'ta devrimi başlatmasına başlatırlar ama devrim gerçekleştiğinde Aelita’nın asıl niyeti açığa çıkar; Mars’ın yeni hükümdarı artık kendisidir, Los ve arkadaşlarına ihtiyacı yoktur. Hemen askerlere işçileri yeniden soğuk hava depolarına götürmeleri emrini verir. İşçiler soğuk hava depolarının yolunu tutarken aşk konusunda ikinci kez yenilen Los bir de bunun üzerine devrim yenilgisi eklenince tam bir hayal kırıklığı yaşar. Aelita’yı merdivenlerden iterken birden Los'la birlikte anlarız ki Natasha'nın ölümü, Mars gezegeninde olanlar Los'un hayal ürünüdür aslında. Los gerçeklere döner...Moskova tren istasyonunda kocaman bir posterdir "Anta...Odeli...Uta..." sözcükleri: Paranın satın alabileceği en iyi lastikler !!!
Ekim Devrimi sonrasında ekonomi o kadar kötü gitmektedir ki, Lenin kapitalist dünyanın köşetaşlarından biri olan reklama dahi izin verdiği NEP (Yeni Ekonomik Politika) döneminin Yakov Protazanov'un Aelita filmine yansıması, Stalin'in bu filmi sevmemesinin sebeplerinden ilkiymiş!
Kafka / Brief an Oskar Pollak, 27 Januar 1904
"Ich glaube, man sollte überhaupt nur solche Bücher lesen, die einen beißen und stechen. Wenn das Buch, das wir lesen, uns nicht mit einem Faustschlag auf den Schädel weckt, wozu lesen wir dann das Buch? Damit es uns glücklich macht, wie Du schreibst? Mein Gott, glücklich wären wir eben auch, wenn wir keine Bücher hätten, und solche Bücher, die uns glücklich machen, könnten wir zur Not selber schreiben. Wir brauchen aber die Bücher, die auf uns wirken wie ein Unglück, das uns sehr schmerzt, wie der Tod eines, den wir lieber hatten als uns, wie wenn wir in Wälder verstoßen würden, von allen Menschen weg, wie ein Selbstmord, ein Buch muß die Axt sein für das gefrorene Meer in uns. Das glaube ich."
Kafka / Letter to Oskar Pollak, 27 January 1904
"I think we ought to read only the kind of books that wound and stab us. If the book we are reading doesn't wake us up with a blow on the head, what are we reading it for? ...We need the books that affect us like a disaster, that grieve us deeply, like the death of someone we loved more than ourselves, like being banished into forests far from everyone, like a suicide. A book must be the axe for the frozen sea inside us.
Kafka /Oskar Pollak'a Mektup, 27 Ocak 1904
"Bizi ısıran ve bizi zehirleyen kitapları okumalıyız. Okuduğumuz kitap kafamıza balyoz indirilmiş gibi bizi uyandırmıyor ise, neden okuma zahmetine girelim ki? Senin dediğin gibi, bizi mutlu kılsın diye mi? Aman Tanrım, hiç kitap olmasaydı da o denli mutlu olurduk. Kendimizi azıcık sıkarsak bizi mutlu edecek kitapları biz de yazabiliriz. Bize gerekli olan, en acı verecek talihsizlik gibi bize vuran kitaplar. Kendimizden çok sevdiğimiz birinin ölümü gibi vuran, insanlardan uzaklara, ormanlara sürgün edilmişiz duygusu veren, intihar gibi kitaplar. Kitap, içimizdeki donmuş denize inen balta gibi olmalı. Ben buna inanıyorum." *
Gelmiş geçmiş en iyi müzik gruplarından biri olan The Beatles'ın üyelerinden George Harrison olmadık yere bugün günceme konuk olmuyor! Güncemden önce, dün gece rüyama "Koyu Mavi" arkadaşım ile birlikte konuktu George Harrison. Çok uzaklardan geldiğini söylüyordu (!) Buraya kadar tamam ama tuhaf olanı, George Harrison rüyamda ağlıyordu. Gözyaşları usulca dökülüyordu. Uyanınca "işte" dedim; güne O'nun en sevdiğim şarkısı While My Guitar Gently Weeps ile başlamam için güzel bir sebep. While My Guitar Gently Weeps / Gitarım Usulca Ağlarken
I look at you all see the love there that's sleeping /
Sizlere bakıyorum da oralarda bir yerde aşkı uykuda görüyorum
While my guitar gently weeps / Gitarım usulca ağlarken
I look at the floor and I see it needs sweeping
Yere bakıyorum ve görüyorum ki süpürülmesi gerek
Still my guitar gently weeps / Gitarım hâlâ usulca ağlarken
I don't know why nobody told you how to unfold your love /
Bilmiyorum neden kimse söylememiş sana aşkını nasıl göstereceğini
I don't know how someone controlled you /
Bilmiyorum nasıl olmuş da biri seni kontrol etmiş
They bought and sold you / Seni almışlar ve satmışlar
I look at the world and I notice it's turning /
Dünyaya bakıyorum ve farkındayım dönüyor
While my guitar gently weeps / Gitarım usulca ağlarken
With every mistake we must surely be learning /
Her hatamız ile öğreniyor olmalıyız aslında
Still my guitar gently weeps / Gitarım hâlâ usulca ağlarken
I don't know how you were diverted /
Bilmiyorum nasıl olmuş da oyalamışlar seni
You were perverted too / Yoldan da çıkarmışlar
I don't know how you were inverted /
Bilmiyorum nasıl olmuş da ters çevirmişler
No one alerted you / Hiç kimse de uyarmamış seni
I look at you all see the love there that's sleeping /
Sizlere bakıyorum da oralarda bir yerde uykuda aşkı görüyorum
While my guitar gently weeps / Gitarım usulca ağlarken
Look at you all / Bir bakın kendinize
Still my guitar gently weeps / Gitarım hâlâ usulca ağlarken
George Harrison / 1968
Michael Cunningham'ın romanından uyarlanan Stephen Daldry'nin 2002 yapımı The Hours / Saatler, hem romanını okumuş olup hem de defalarca seyrettiğim ender filmlerden biridir. Taşıdığım saatte 24 saat bir aradadır. Kaza geçirdiğim 1999 yılından beri kolumdan çıkarmadığım, 24 saati bir arada gösteren ve Alman arkadaşlarımın armağanı olan resimdeki saatimden Saatler filmine geçiş yapabileceğimi hiç düşünmezdim ama olabiliyormuş.
Hep anımsadığım bir film gibi Ortaköy...Sürekli seyretmek istediğim, düşündükçe gülümseten, hiç eskimeyen, her mevsim muhteşem...Bazen deniz kokusu, bazen kuş sesleri, hafif bir esinti, yanaşan vapurların cıvıltısı, bitmesini istemediğim bir melodi ya da dün akşam Çınaraltı'nda tabağa düşen bir yaprak...
Reginald Rose'un oyunundan uyarlanan Sidney Lumet'in 1957 yapımı 12 Angry Men / 12 Öfkeli Adam bir süre televizyon için çalışmış olan yönetmenin ilk filmi.

Pazartesi akşamı uyukladığım için izleyemediğim Anatole Litvak'ın 1967 yapımı The Night of The Generals / Generallerin Gecesi isimli filmini dün gece izledim. İkinci Dünya Savaşına yönelik filmler ilgimi çekmiştir hep ama bu film savaştan çok üç farklı yılda üç farklı kentteki (Varşova,Paris ve Hamburg) canice işlenen bireysel bir cinayet, bu cinayeti işleme olasılığı olan üç Nazi generali ve bu cinayeti çözmek için ısrarlı davranan bir binbaşı (ikinci cinayette artık albaydır) üzerine yoğunlaşıyor. Film, psikopat general rolündeki Peter O'Toole ile cinayetleri çözmek için uğraş veren binbaşı (daha sonra albay) rolündeki Ömer Şerif (Omar Sharif)'i 1962'deki Lawrence of Arabia / Arabistanlı Lawrence filminden sonra aynı filmde ikinci kez biraraya getirmiş. Peter O'Toole General Tanz rolünde çok etkileyici bir oyun sergiliyor.Albay Grau: Burada üç generalin adı yazıyor.Haklarında her şeyi bilmek istiyorum.
Fransız müfettiş: Her şey biraz fazla olabilir. Tam olarak ne arıyorsunuz?
Albay Grau: İçlerinden biri...bir katil.
Fransız müfettiş: Sadece biri mi? Cinayet generallerin mesleğidir.
Albay Grau: Büyük ölçekte takdir hak eden bir şey küçük ölçekte canice olur diyelim. Toplu katliamcılara madalya vermek zorunda olduğumuz için küçük girişimciyi adalet önüne çıkarmaya çalışalım !
Krzysztof Kieślowski'nin 1991 yapımı La double vie de Véronique / Podwójne życie Weroniki / Véronique'in İkili Yaşamı isimli filmi biri Polonya'da diğeri Fransa'da yaşayan, birbirine tıpatıp benzeyen ama birbirlerinden haberi olmayan Weronika ile Veronique isimli iki kadının yaşamlarını anlatıyor. Her iki kadın da müzikle ilgileniyorlar. Her ikisi de dünyada yalnız olmadıklarını gizemli bir şekilde hissediyorlar. Polonya'daki Weronika daha içe dönük, Fransa'daki Véronique ise daha dışa dönük yaşantılarını sürdürürlerken Weronika Krakov'a geziye gelmiş olan Véronique'i bir an görüyor ve sanki o andan itibaren hayatı tamamen değişiyor. Weronika kalp yetmezliği olduğunun farkında olarak ses eğitimine devam ederken ilk konser performansında sahnede ölüyor. Weronika'nın ölümünden sonra Véronique'in farklı hissetmeye başladığını bize gözlemletiyor Kieslowski. Babasıyla şöyle bir diyalog geçiyor aralarında;"Véronique: Tuhaf bir duygu içerisindeyim. Yalnız olmadığımı hissediyorum.Bence bu diyalogta babasının söylemek istediği kendisinin olduğu ve Véronique'in yalnız olmadığı, Véronique'in hissettiği ise çifti olan Weronika'nın varlığı ve O'nun ölümüyle içsel bir yolculuğa doğru yola çıktığı.
Baba: Yalnız olmadığını mı, nasıl?
Véronique: Bu dünyada yalnız olmadığımı.
Baba: Yalnız değilsin.
Véronique: Bilmiyorum."
