



[Açığa çıkmayan vurucu hareket kadın karakterden.]

Paolo Conte'den dinleriz : "Sparring Partner "
5x2 başlar !
Sinema ve kültür-sanat ağırlıklı, hayata dair kişisel izler.





David Lynch’in yazıp çekip ürettiği 1977 yapımı ilk uzun metraj filmi Eraserhead / Silgikafa (Silicikafa) sinema tarihinin en anlaşılabilemez filmi kanımca. Her izlediğimde “David Lynch neden böyle bir film çeker, neden izleyiciye de çektirir” diye hayıflandığım ama her defasında da başka bir nokta yakaladığım, en kült, en gerçeküstücü, en acımasız, en rahatsız edici, en dayanılmaz, en karanlık, en tuhaf film Eraserhead.
Yaşadığımız yıllarda bulunması zor bir Jazz-Soul biraz da R&B sesi olan Amy Winehouse bu gece İstanbullu hayranlarıyla Maçka Küçükçiftlik Parkı'nda buluşuyor olacaktı ancak iptal edilmiş konseri ! [Bakınız: Amy Winehouse 20 Haziran konseri iptal edilmiştir.]
Aki Kaurismäki’nin “İşçi Sınıfı Üçlemesi” filmlerinden sonuncusu olan Tulitikkutehtaan tyttö / The Match Factory Girl / Kibritçi Kız [bu durumda bu film üçlemeler kategorime de giriyor demek ki; hemen diğer iki filmi de belirteyim: 1986 yapımı Varjoja paratiisissa / Shadows in Paradise / Cennetteki Gölgeler ve 1988 yapımı Ariel ] müzikleriyle de hoş bir film. Fakat en hoş yakıştırmayı film kibrit fabrikasındaki tekdüze görüntülerle başlar başlamaz kızım yapıyor; “Alpay’dan ``Fabrika Kızı´´ şarkısı ne kadar uygun düşerdi şimdi” diye! Gerçi Iris tütün sarmıyor fabrikada ama tütünleri yakacak kibritlerin üretim bandında çalışıyor acıtan bir yeknesaklıkla...

Masallar her zaman mutlu sonla bitmez, mutsuz sonlarla başetmek gerek ! Çağımızın en belalı sorunu iletişimsizlik, iletişimsizlikten kurtulmak için önce bireyin kendisinin çaba harcaması gerek !

2011'in ilk ay tutulması bu gece. Ankara Üniversitesi Rasathanesi meraklılarına gökyüzünü teleskoplarla izlettirecekmiş tutulma esnasında. Ne güzel bir keyif !
“Piyanosunun başında Chopin sanki hep doğaçlama yapar gibiydi diye anlatılır; başka bir deyişle, sürekli olarak zihnindeki bir düşünceyi arar, yaratır, biraz biraz keşfeder gibiydi. Onun için eseri bize, adım adım giderek oluşturmaktaymış gibi değil de, daha baştan mükemmel, kesin, nesnel bir bütünmüş gibi sunulursa eğer, o türden sevimli duraksamalar, beklenmedik hoşluklar yok olur gider. Chopin’in, eserlerinin en güzellerinden bazılarına vermeyi yeğlediği ``impromtu´´ (genellikle piyano için yazılan, serbest formlu, doğaçlama nitelikli kısa besteye verilen ad) başlığının bundan başka bir anlamı olabileceğini düşünemiyorum.” diyor André Gide “Chopin Üzerine Notlar” kitabında.
Evet içinden Türk Bayrağı (Toskana’da bohem bir hayat sürdüren muhteşem kır evinin sahiplerinin oğlu Christopher Türkiye’deki geçirdiği tatilinden dönerken Türk Bayrağı getirir ve küçük kızkardeşini Bayrağımıza sarmalar ‘işte Türk Bayrağı’ diyerek) ve Ali Ogzenturk (Yine aynı kişi yani Christopher evlerine Amerika’dan konuk gelen Lucy gibi davranarak internette sohbet etmektedir Ali Ogzenturk adındaki biriyle, “Merhaba ben Lucy 19 yaşındayım. Bakireyim” der Lucy gibi davranan Christopher, “Ben İstanbul’dan Ali” der Ali Ogzenturk, ki muhtemelen Ali Özgentürk’e göndermedir bu durum) isminin geçtiği bir film Stealing Beauty .
Film, Amerikalı güzel bakire Lucy Harmon’un (Liv Taylor canlandırıyor ve ilk başrolü sinemada, hatta diyebiliriz ki Bertolucci’nin sinema dünyasına sunumu) annesinin ölümünün ardından annesinin bohem arkadaşlarının Toskana’daki evlerine ziyaretinden ibaret gözükse de iki hedefi vardır ana kahramanın: Birincisi en son dört yıl önce geldiği ve bir öpücük aldığı yakışıklı İtalyan Niccoló ile ne kadar ileri gidebileceğinin hesapları, ikincisi intihar eden şair annesinin bıraktığı defterden öğrendiği üzere tam 19 yıl önce konuk olduğu evde birlikte olduğu kişiyi (ki biyolojik babasıdır bu kişi Lucy’nin) bulma çabaları…Hedeflerini gerçekleştirme yolunda emin adımlarla ilerleyen Lucy film boyunca annesinin bıraktığı deftere üç şiir karalar (elbette asıl karalayan senarist Susan Minot'tur)… Lucy’nin hedefleri üzerine gayet yerinde anlam yükleyen bu şiirlerle bitirerek günce notumu, arşivimizde “içinden Türk motifleri geçen filmler” kategorisinde sınıflandırdığımızı belirtmek istiyorum bu filmi.
Ama son bir izdüşümünü benim için en çok Kafka demek olan sevdiğim aktör Jeremy Irons için belirtmeden duramayacağım. Bu filmden aklımda en çok onun rolü kaldı diyebilirim. Lucy Harmon'un karaladıkları
I have her secret deep within for years I've had to hide/ I've brought the clues / And now I'm hope / To bring the truth outside
Yıllarca saklamak zorunda kaldığım sırrını biliyorum / İpuçlarını beraber getirdim / Ve şimdi buradayım gerçeği ortaya çıkarmak için
***
I wait I wait so patiently / I'm as quiet as a cup / I hope you'll come and rattle me / Quick! Come wake me up.
Sonsuz bir sabırla bekliyorum / Bir fincan kadar sessizim / Umarım gelir ve beni şıngırdatırsın / Çabuk ! Gel ve beni uyandır .
***
The dye is cast / The dice are rolled / I feel like shit / You look like gold.
Ok yaydan çıktı / Zarlar atıldı / Bok gibi hissediyorum / Sense tıpkı altın gibi görünüyorsun.
Lüküs Hayat, kızımın ve minik yeğenimin ayrıca ilk katıldıkları Açıkhava etkinliği oldu. Bilenler bilir üç perde olarak üç saat elli dakikadır operet… 4 Haziran akşamı başlaması gereken saatten 15 dakika geç başladı ve miniğin deyimiyle “gecenin körü olmuştu” ama oyun halen devam ediyordu !
Bir klasiktir LÜKÜS HAYAT… İlk kez Cumhuriyetimizin 10. Yılı olan 1933’te sahnelenen operet Ekrem Reşit Rey tarafından yazılmış, Cemal Reşit Rey tarafından bestelenmiştir. Ancak Rasih Nuri İleri’inin aktarmasına göre “Ekrem Reşit Rey sözleri yetiştiremeyeceğini belirtince bu iş o sırada hapiste bulunan Nazım Hikmet'e teklif edildi. Eseri Nazım Hikmet yazdı ancak hapiste olduğu için ismini kullanmadı ve program metinlerinde yazan Ekrem Reşit Rey olarak yer almıştır.” Başka kaynaklara göre ise eserin tamamı değil ama içerisinde yer alan bazı şarkıların (ki meşhur Şişli'de bir apartıman diye başlayan Lüküs Hayat şarkısı da bu şarkılar içindedir) sözleri Nazım Hikmet tarafından yazılmıştır.
Lüküs Hayat
şişli'de bir apartıman
yoksa eğer halin yaman
nikel-kübik mobilyalar,
duvarda yağlı boyalar
iki tane otomobil
biri açık, biri değil
aşçı, uşak, hizmetçiler
dolu mutfak, dolu kiler
hanım gider, sen gidersin
gündüzleri çaydan çaya
gece olur, davetlisin
ya ‘dine’ye ya baloya
hey
lüküs hayat, lüküs hayat
bak keyfine yan gel de yat
ne güzel şey
oh ne rahat
yoktur eşin lüküs hayat
yaz gelince adadasın
mayo giymiş kumlardasın
etrafında güzel kızlar
canın çeker, burnun sızlar
hanım motorla dolaşır
hanım serbest, kim karışır
takarsın şeyleri bazı
dünya böyle sen ol razı
sen de kendi hesabına
topla akşam etrafına
sarıları, esmerleri
kır şampanya kadehleri
hey
lüküs hayat, lüküs hayat
bak keyfine yan gel de yat
ne güzel şey,
oh ne rahat
yoktur eşin lüküs hayat
``3 Haziran 1963. Duyuyorum ki Nazım Hikmet ölmüş. Bir sanatçı için böyle bir haberi soğukkanlılıkla karşılamak olanaksız! `Hava leylâk ve tomurcuk kokuyor / uy anam uy Haziranda ölmek zor´ dizeleri dökülüyor dudaklarımdan. 2 Haziran 1970. Duyuyorum ki Orhan Kemal ölmüş. Yine aynı dizeler, yine kendiliğinden... 1976'lara değin, bu türden acılarla doldum; dizeler beni bir kitaba zorluyordu. İşte `Haziranda Ölmek Zor´ böyle oluştu.´´ der 1984'de kaybettiğimiz Hasan Hüseyin Korkmazgil. Leylâk ve tomurcuk kokularının arasından dizeleri dökülür, akar gider Nazım Hikmet ve Orhan Kemal'e ulaşır... Hasan Hüseyin'in leylâk ve tomurcuk kokularının arasından sıyrılan dizelerinin 2 Haziran 1991'de kaybettiğimiz bir başka şarimiz Ahmed Arif'e de ulaştığını düşünürüm ben. Ne kadar zor olsa da Haziranda ölmek, şanslıyız böyle şairlerimiz ve yazarlarımız olduğu için, yazdıkları geleceğe kalacağı için !